Bu yazımda biraz felsefik takılayım dedim!
Hz. Mevlâna’nın Mesnevi adlı eserinde anlattığı bir fil tarifi hikâyesi vardır.
Hint ülkesine, insanlara göstermek ve tanıtmak amacıyla bir fil getirilmiş. Daha sonra bu fil zifiri karanlık bir ahıra kapatılmış. İnsanlar fili merak ediyorlarmış tabi. Karanlık ahırın önünde toplanmışlar. Ahır karanlık olduğu için de fili görmek mümkün olmuyormuş.İnsanlar sırayla içeri alınmış ve dokunmalarına izin verilmiş. Merak bu ya, herkes elini uzatarak file dokunuyor ve kendince bir fil tarifi yapıyormuş. Meraklılardan birinin eli filin kulağına değmiş. Bu kişi, filin bir yelpaze olduğunu düşünmüş ve böyle tarif etmiş fili. Bir başkası filin ayağına dokunmuş ve direk gibi bir şey olduğunu zannetmiş ve kendince bir fil tarifi yapmış. Eline filin hortumu geçen başka bir pür merak zavallı da filin bir boruya benzediğini düşünmüş ve kendince o da böyle tarif etmiş fili. Bir başkası da filin sırtına koymuş elini ve fili kral tahtı olarak tarif etmiş. Velhasıl orada bulunan insanların hepsi filin bir tarafına dokunmuşlar; dokundukları yeri, hayallerinde kurdukları, olduğunu sandıkları bir şeye benzeterek fil olarak tarif etmişler.
Sorun şu ki bizim hayatı algılamamız, olaylara bakış açımız da çoğu zaman bu hikayede olup bitenlere benziyor. Çoğu zaman dinlediğimiz inanların hepsi haklı ama, kendi pencerelerinden! Herkes dışardan gördüğünü, kendi zihninde algılama süzgecinden geçirince, mutlak gerçek, mutlak doğru yerine, kişinin biraysel algısı devreye girmektedir. Çünkü algılama sürece çoğu zaman bireyseldir. Doğduğu andan itibaren kişinin , yaşadıkları, modelledikleri, eğitimi, tecrübeleri, inancı, değerleri vs. her şey farklılaşır. Doğal olarak kişi bireysel bakış açısına sahip olacaktır.
Öncelikle şunu kabul edelim ki ; Sosyal Bilimlerde 2×2=4 etmez. Kişiye, zamana, mekana, olayın oluş biçimine, evveliyatına, amacına… gibi bir çok unsur “doğru” nun ne oluğunu belirleyebilir. Hangi pencereden bakıp değerlendirdiğimiz önemli vesselam.
Descartes’in yüzyıllar önce Pragmatizm (Faydacılık)felsefesiyle doğruyu şöyle tanımlamıştı:
“En çok faydayı saglayan şey doğrudur.”
Mesela ;3 kişinin ölmesi 100 kişinin ölmesine göre daha doğrudur!
Şöyle fantastik bir ikilem sorusu soralım.
“Uzak bir kasabada tek itfaiyeci sizsiniz. Bir telefon geliyor. 5. katta yangın çıkmış, adresi alınca fark ediyorsunuz ki sizin eviniz!! Eşiniz ve 2 çocuğunuz evde! Tam kapattınız telefonu, başka bir telefon, kasabanın ilk okulunda yangın çıkmış, 100 ün üzerinde çocuk mahsur kalmış.
Eve giderseniz, okuldakileri, okula giderseniz evdeki ailenizi kaybetmeniz kesin bir durum. TERCİHİNİZ ?”
Burada doğru nedir peki? soruları azcık çeşitlendirelim?
2. durum:
Bir çocuğunuzda o esnada okulda !!TERCİHİNİZ ?
3. Durum:
Çocuklar okulda, sadece eşiniz evde ! TERCİHİNİZ ? ( 😀 )
4. Durum:
Siz kasabanın belediye başkanı, savcısı, hakimi, kaymakamı vs söz sahibisiniz ve İtfaiyeci size danıştı (1. Durumu ), Onu siz yönlendirseniz nereye gitmesi DORU olurdu?
Doğru nedir?
Yıllar önce Fetullahçı gruptan bir beyle konuşurken ona “Sınavlarda soru çalma, bireyleri kadrolara yerleştirme usulsüzlükleri, adam kayırma vs. konusunu açıp sormuştum, revamı, doğrumu diye?
Cevabı ilginç ti: ” Yıllarca bize zulmedildi, itilip kakıldık, hakkımız gasp edildi.. Şu an biz kendi güvendiğimiz, dürüst ! güvenilir! namazlı niyazlı! insanları kayırıyoruz, “MÜBAH” tır demişti!!
Acaba şu an durum düzeldimi, diğer gruplar, gücü elinde bulunduranlar farklı mı davranıyor?
İnsanlar neden yaptıklarının “Dinen, ahlaken, etik olarak..” yanlış olduğunu bilemiyorlar? Göremiyorlar? ya da görmezden geliyorlar!?
İsterseniz sebebini bir kaç deneyle açıklamaya çalışayım:
1. Deney;
1971 yılında Philip Zimbardo isimli bir sosyal psikoloğun
, Stanford Üniversitesi’nin Psikoloji Departmanı’nın bodrum katına inşa edilen sahte bir hapishanede; insanların sosyal rollere nasıl tepki verdiğine dair yaptığı deney!! ( ayrıntılı şu linkten okuyabilirsiniz https://evrimagaci.org/stanford-hapishane-deneyi-944 )
2 hafta sürecek olan deneyi için 24 kişiden oluşan bir grup erkek, üniversite öğrencisini deneyinde kullandı.Rolleri kendisi dağıttı, gerçeğine uygun simule ederek kendisi de hapishane müdürü olarak süreci yönetti. Tamamlanmadan bitirilmek zorunda kalan deneyde görüldü ki gardiyan rolündekiler rolleri öyle abartmışlardı ki, mahkumlara işkence eder hale gelmişler di…
Bu deney, toplumun onlara biçtikleri rolleri farkında olmadan nasıl sahiplendiğini ve o rolün etkisinden çıkamadan, kontrolsüz bir şekilde yerine getirdiğini net bir şekilde ortaya koymuştur. Deneyle ilgili birçok tartışma ve karşıt bilimsel makale yayınlanmıştır.
Özellikle yönetici pozisyonundaki insanlar çoğu zaman düşünmeden, o koltuğu kendilerine sağlayan kişilerin, gücün, oluşumun hoşuna gidebileceğini düşündüğü faaliyetlere, icraatlara yeltenirler. O statünün kaynaklarının kullandırılması, maddi kazanç sağlama, kadro tahsisi, ilgili sosyo kültürel etkinlikler, demeçler vb.
Orada oturmanın bedelini ödemek gibi de düşünülebilir.
Kişisel doyumu nedir? Maddi kazanç olabilir yalnız tek başına yeterli sebep olacağını sanmıyorum. Makamın gücünü kullanıp kişisel otoritesini hissetme ve hissettirme güçlü bir hazdır. Alkışlanmak, göz önünde olmak, daha üst otoritelerin ortamına girip onların onayını alabilmek vb. sayılabilir.
2. Deney ;
İnsanların otoriteye nasıl boyun eğdiklerini anlamak amacıyla 1961 senesinde Yale Üniversitesi’nden psikolog Dr. Stanley Milgram tarafından yapılan bu deney
, ” deneklerin şahsi vicdanlarıyla çelişen unsurların varlığına karşı otoriteye nasıl boyun eğdiklerini” gösterebilmektir. Yani; kendi doğrularıyla çelişse bile, otoriteden gelen emirleri sorgulamadan kişinin yapmaya devam etmesini gösteren bir deney olması hasebiyle ilginçtir (https://evrimagaci.org/milgram-deneyi-954).
Bir anlamda azmettiricilik durumlarında , suçu işleyenin vijdanen rahat olduğu görülmektedir. Nazi soykırımında da benzer vakalara çok sık rastlanmıştır.
Senaryo şu:
Bir kadro var eleman alınacak, Sınav yapılacak vs.Değerlendirmeler sonucunda;
1. Kişi 80 puan değerinde, karakterli, kanunlar önünde ispatlanmış bir suçu yok, o mevkiye uygun, yetkin vs.vs.
2. Kişi 60 puan değerinde, karakterli, kanunlar önünde ispatlanmış bir suçu yok, o mevkiye uygun, yetkin vs.vs.
Yönetici A’ya daha üst yönetici X den telefon gelir. 2.Kişinin A okulu mezunu ; …partili olduğu, yada … vakfı üyesi olduğu , ya da hamili yakını olduğu vs. söylendi. Ricacı oldu ?
Burada doğru nedir? Öncelik Kimindir?
Genellikle 2. kişi tercih edilmektedir. Fakat tercih eden A yöneticisi kul hakkı olarak düşünmeyip, dava, ideal, emiri yerine getirme vs. olarak düşününce “MÜBAH” kavramı yine ortaya çıkmaktadır. O yöneticiye durumu sorarsanız vicdanının oldukça rahat olduğunu, yaptığının doğru olduğuna inandığını göreceksiniz.
Yine insanlar “Doğru” yu gözetirken kendi pencerelerinden mantıksal çıkarımlarla değerlendirmelerde bulunurlar. Tıpkı 3 yanlışın bir doğruyu götürmesi gibi, yaptığı yanlıştır ama gördüğü 3/5 yanlışı bir doğru özelliğe kıyaslayıp sigaya çekebilmektedir. Nitekim eşlerimizle ilgili düşünürken terazi kurup yanlışlarını bir tarafa , doğrularını bir tarafa koyduğumuzda bir doğrusu için epey yanlışınıda görmezden gelebiliyoruz.
Başımdan geçen bir olayı paylaşayım;
2014 yılıydı ,Koordinatörlük yapıyorum, öğrenci alımları var, akademik not başarısına göre sıralama ile alıyoruz. Kontenjan az, girebilmek değerli…
Bir belediyenin başkanı aradı, yakını için ricada bulunup ağız yokladı. Öğrencinin girebilmesi epey zor, not ortalaması düşük..Dedimki;
“Başkanım, dilerseniz bu öğrenciyi diğerlerinin önüne geçirebiliriz, fakat kul hakkına girer, o vebali ben alamam, siz derseniz ki ben üstlendim vebal benim…Hemen cümlemi böldü, asla hocam kul hakkı önemlidir vs. cümleleri kurdu. Bende ona dedimki “emin olun başka birisini de sizin öğrencinin hakkına tecavüz ettirmeyeceğim , önüne listede koymayacağım, adil ve eşit olacak dedim…Emin olunca kapattı, anlayış gösterdi teşekkür etti..”
Yanlışa tevessül olur ama biz doğruyu hatırlatalım.
Eğer sınavlarda , mülakatlarda asla ve katiyen torpil olmasa ve herkes bundan emin olsa, kimse sağdan soldan torpil arayıp yanlışa tevessül etmez. Doğru ve dürüst adamların bile kendi çocukları ve yakınları için iltimas aradıklarına şahit oluyoruz maalesef.
Birazda mıhına vuralım;
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar .Her doğru heryerde söylenmez!! Söylersen ne olur? “Burnun…çıkmaz, başın belaya girer, dışlanırsın, reddedilirsin, sevilmezsin” gibi durumlarla yüzleşebiliriz.
Biz çocuklarımızı yetiştirirken acaba onlara dosdoğru olmayı mı (söz ve davranışla model olma)yok sa; akıllı (kurnaz) olup başını derde sokmadan gemisini yüzdürmeyi mi öğretiyoruz!!
Anne babaların şu cümleleri tanıdık mı;
“elalemin akıllısı sen misin?, ..burnunu sokma, itle dalaşacağına çalıyı dolaş,….karışma, sana ne!!”
Oysa Yaradan ;
“Hûd Suresi 112 Ayet
فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْاۜ اِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Ayetin Meali;
O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir” Demiyor mu??